30 Nisan 2011 Cumartesi

Yeni Blog

Merhaba! Bundan böyle yazılarımı

http://agroekoloji.wordpress.com/

adlı adresten takip edebilirsiniz. Yeni site yeni fikirler ve bilgilerle karşınızda.

28 Nisan 2011 Perşembe

yoksa siz hala margarin mi kullanıyorsunuz?

Geçtiğimiz seneden beri tam bir tereyağı devrimi yaşıyorum. O kadar kandırılmış hissediyorum ki bu konuda. Margarinle büyümüş olmak sinirimi bozuyor. Tereyağının kokusu yerine margarinin plastik kokusuna aşinaymışız da haberimiz yokmuş sağolsun reklamlar. Ekmeğe ihanet ediyormuşuz meğer onu margarin altında ezerken (tabi ekmeğin kendisi de plastik ekmek ise sorun yok). Keke böreğe hatta nasıl olduysa pilava bile girivermiş "sağlıklı" beyaz. Bu ülkede en unutulmuş, en canı yanmış gıda herhalde tereyağı son 20 senedir. Ben çocukken çoktan ele geçirmişti mutfakları şehirlerde. Yoksa siz hala annenizinkini mi kullanıyorsunuz diyen reklamları hatırlarsanız, demek ki piyasaya gireli aslında bayağı olmuş reklamın ana hedefi bizim 80lilerin anneleri olduğuna göre. Ne yazık. Eh bir de üstüne aile tarihim kalp krizleriyle, by-pass ameliyatlarıyla yazılınca tereyağı "cıs" olmuştu benim için. Öyle ki tadını gerçekten unutmuşum.

Geçtiğimiz sene Karadeniz'den gelen tereyağlarıyla ufak bir barış sürecine girmiştim (tabi mısır unu-tereyağı-peynir ölümcül mıhlama üçlemesi pazar sofralarımızdan çıkıp akşam sofralarımızda da yer almaya, simitler de pantolonları sıkıştırmaya çalıştıkça barış sürecimiz gerçekten de kısa sürmüştü). Ama Norveç'te, inekler ve sütler ülkesinde, tereyağıyla ayrılmayacak şekilde yeniden bir araya geldik.

Öncelikle sürecin ekmek yapmakla başladığını söylemem gerek. Ankara'da yaşarken öğrenci evidir, meşgulüz, bir ara alırız diyerek fırınsız 2 sene geçirdik ve pişirmek sadece ocak üstünde zaman geçirilen bir alışkanlığa dönüştü. Ama Norveç'te (her ne kadar yurt mutfağı yemek yapmak için en uygunsuz ortamlardan biri olsa da) fırını yeniden keşfettim. Selen'in fırınla ve Norveç'in gıda fiyatlarıyla imtihanı. Fiyatların pahalılığı ile benim öğrenci bütçemin kardeş kardeş geçinememesi sebebiyle ne zamandır aklımda olan ekmek yapma fikrine sarıldım. Bir daha da bırakamadım. O ekmekler fırından sıcak sıcak çıktıkça (Norveç'in sütten başka, buğday, arpa, çavdar ülkesi olması da tabi bulunabilen un çeşidini arttırıyordu) buzdolabından da tereyağı eksik olmamaya başladı. Bu arada organize ettiğimiz potlucklar (bunlardan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim) sayesinde herkesin yemek yaparken (hamur işi vs.) tereyağı kullandığını öğrendim. Margarin çılgınlığının ABD'de büyüyüp geliştini, Fransızların ise bu tartışmalardan haberleri bile olmadan tereyağı ile mutlu mesut yaşadıklarını keşfetmem de gelişmelere etki etti. Sonunda tereyağına gerçekten merhaba dedim. Fırından çıkan organik unla yapılmış ekmeğe sürülen tereyağının sanırım adı, sıfatı yok, kendisini sadece yemek gerekiyor. İçimizden de geçirmek gerekiyor: Tereyağlı ekmek yiyorum gözlerim kapalı!

Simitler pantolonları ne yaparsak zorlayacak sanırım 25'i bir kere geçince, suçluyu tereyağında aramak neden? Evet her gün, her zaman yememek lazım ama yemeyeceğiz diye fabrikasyon taklitlere güvenmek, asıl yanlış olan o.

Michael Pollan'ın Food Rules kitabını geçtiğimiz günlerde bitirdim. Yazar kitabı annesine adamış: yazılar "tereyağının margarinden daha yararlı olduğunu her zaman bilmiş olan anneme" diye başlıyor. Anneler reklamlar yerine kendi iç seslerini dinlerlerse sanırım yeni nesiller gıda konusunda çok yol alabilir.

27 Nisan 2011 Çarşamba

Ekmek ekin sofranıza!

Ekmekle ne kadar yakınız, ne kadar dostuz. Kendi kendinin katığı olur yeter bize. Tenimizi okşayacak kadar yumuşak, parmaklarımızı gıdıklayacak kadar oyuncu, damağımızı acıtacak kadar sert. Ekmekle büyüyoruz, hem yaş, hem boy, hem de anıca.
Kapımızda buluyoruz sabahları, günaydın deme şekli yeni günün.
Bölüyoruz gani gani, paylaşıyoruz akşamları.
Başımıza koyuyoruz, acımıza sarıyoruz, yaramıza basıyoruz.
Bu kadar içiçeyken, onu paketlere, türlü çeşitli maddelere kaybettik ne yazık!
Yediğimiz ekmeklere "el" değmiyor ama neler neler değiyor.
Makineler.
El değil ama E'ler.
Keşke yeniden değse elimiz, kirlensek, yapış yapış olsak.
Una bulansak,
sonra suda arınsak.
Ve yoğursak hamuru. Güçle, aşkla, nefesle yoğursak ve aleve hediye etsek gerisini.

2 Nisan 2011 Cumartesi

gıdaya erişim

Gıda güvencesine kafayı takmış durumdayım. Araştırma isteğim de bu alana kayıyor. Gıda güvencesi çok büyük bir konu; aslında yemek yenilen, bulundurulan, kullanılan her yerde gıda güvencesinden bahsetmek mümkün ama daha çok hane bazında algılanıyor. Kısaca, insanların gıdaya yeterli erişimi demek.

Günümüzde 1 milyara yakın insan fakirlikten dolayı açlık çekiyor, bir o kadarı da dengeli beslenemiyor. Gıdaya erişim kronik bir sorun olmaktan kurtulamıyor ne yazık ki.

Fakat bugünlerde kafama takılan ise acil durum zamanlarında gıda erişiminin ne olacağı. Birçok insan alıştığı günlük hayatı sürdürürken afetlerden ve acil durumlardan uzakta olduğunu düşünür. Acil durum anlarında ne yapacağımız çok belli değildir, eğer düzgün bir eğitim politikası da yoksa prosedürlerden, protokollerden, acil durum anında ilk yapılacaklardan haberimiz de yoktur. Gıdayı depolayabileceğimizden bahsederiz arada sırada. Ama bilmeyiz ki afet anı geldiğinde (en azından çoğu için bu geçerli) dolapta birikmiş paket paket yiyeceğin bir anlamı kalmaz. Aslında açlığa ne kadar yakın yaşıyoruz ama bunu bilmiyoruz. Deprem, sel, yangın zili çaldığı zaman ve biz canımızı kurtarıp kaçabildiğimiz zaman sorunlar daha da artar azalmak yerine. Eğer gıda yoksa ne olacak? Yemek depolayabileceğimizi düşündüğümüz o evler yıkılınca ne olacak?

Dünya iletişim olanaklarının artmasıyla inanılmaz yakınlaştı ve artık bir tıklamayla afet yaşamış bir ülkeye gıda yardımı göndermek mümkün. Evet kısa sürede bu tür yardımlar belki insanların temel gıda maddelerine ulaşmasına yardımcı olabilir ama büyük ölçekli, birçok ülkeyi etkileyebilecek bir afet durumunda bu geçici yardımların yapılabileceğinin garantisi yok (biz dünyaya sahip değiliz, o bize sahip). Üstelik bu yardımların ne kadar doğru olduğu da tartışmalı (Örneğin, Monsanto'nun afet yapılan bölgelere hiç beklemeden tohum yardımı yapması üzerine araştırma yapılmış bir konu, internette ateşli tartışmalarla destekleniyor veya kınanıyor). Tabi olası bir açlık anında kimsenin gıdanın kalitesiyle ilgilenemeyeceğini düşünmek de mümkün (yardımı aldın mı? tamam daha fazla konuşma!) ama yapılacak yardımların ileride açlığı arttıracak, gıdaya erişimi engelleyecek sorunlara yol açması da tartışılmalı (Monsanto örneğinde olduğu gibi, çiftçiler ilk başta geçici olarak tohuma kavuşabilirler ama zaman içerisinde genetiği oynanmış tohumlar yüzünden sahip oldukları tohuma/gıdaya erişim özgürlüğünü kaybedebilirler).

Afet konusu üzerinden gıda güvencesine baktığım zaman ulaşabildiğim tek bilgi gıda yardımları. Anladığım şekliyle acil durum gıda güvencesi üzerine kaynak bulmakta, örnek bulmakta zorlanıyorum. Sistemin "bir durum olursa yardım ederiz" mantığı üzerinden yürümesi aslında çok tehlikeli; bu bakış açısı insanların her şeye sahip olabileceklerine, güçlü olduklarına olan yanlış inançtan kaynaklanıyor. Ama doğanın dönüşümlerinde, sancılarında bizim gücümüzün ne kadar küçük olduğuna şahit oluyoruz, şimdiye kadar durumu kurtarmış olmamız bunun her zaman olacağının garantisi değil.

Yapmamız gereken insanların kendi gıda güvencelerine herhangi bir acil durum olduğunda bile sahip olabilmelerine yardımcı olmak. Belki çok büyük bir istek bu, belki de imkansız (sonuçta herkesin tarımla uğraştığı kendine yeterli bir dünyada da afetler olacak ve insanlar zarar görecekler) ama bir yerden başlamak gerekiyor. İnsanlara gıda güvencesinin ne kadar kırılgan bir olgu olduğunun anlatılması, kafalarda ufak bir farkındalık yaratılması bile bir başlangıç olacaktır.

31 Mart 2011 Perşembe

sürdürülebilir gıda beni, seni, bizi doyurur

Geçtiğimiz günlerde BM'nin agroekoloji üzerine raporu yayımlandı. Raporda kısaca agroekolojinin, yani sürdürülebilir gıda ve tarım sistemlerinin insanların gıdaya olan erişimini sağlamak için en önemli ve uygun yol olduğundan bahsediliyor!

İlk bakışta rapor zaten inandığımız ve bildiğimiz bir doğrudan bahsediyor gözüküyor ama aslında çok derin bir konuya parmak basıyor. Akademik yazılarda ve medyada, gıdaya erişimin konvansiyonel tarım teknikleri kullanılmazsa kolay olmayacağından bahseden birçok kaynak bulmak mümkün. Konvansiyonel tarımın sağladığı yüksek ürün miktarlarının insanları ancak doyurduğu (o zaman neden hala açlık var?), eğer sürdürülebilir tarım teknikleri daha büyük ölçeklere yayılırsa bunun varolan nüfusu doyurmaya yetmeyeceği yapılan en yaygın yorumlar. Kısacası savunulan düşünce şu: konvansiyonel tarım yoksa gıda da yok!

Geçen ay dünyanın en önemli tohum şirketlerinden birinin yerel merkezini gezdik ve biz öğrencilere yapılan sunumda şirketin yaptığı çalışmaların dünyada açlığa nasıl çare olduğundan bahsediliyordu. Buranın dilini iyi konuşamadığım için hiçbir şey diyemedim ve çok kötü hissettim, ama işin daha acı yanı sunum bitince bütün öğrenciler şirket yetkilisini verdiği değerli(!) bilgiler için alkışladılar. Oradan nasıl bir suratla ayrıldığımı tahmin edebilirsiniz.

Konvansiyonel gıda sistemlerinin (tarım başlı başına varolmadığı için bu terimi kullanmak daha uygun) açlığa çare olmadığı görünen bir gerçek; dünyada açlık sorunu bu kadar ortadayken insanların sürdürülebilir tarıma geçince açlık çekeceklerinden bahsetmek bence çok gülünç. Süregelen sistemde zaten birçok insan sıkıntı içerisinde yaşıyor ve bu sistemi açlığa çare oluyor diye savunmak dünyaya sadece belli ülkelerin gözünden bakmak demek. Eğer açlıktan kasıt dünyadaki sayılı insanın çoğu zaman çöpe giden, besin değeri olmayan, plastik gıdalara ayıracakları lüksü bulamamasıysa bence zaten düşünmeye gerek yok. Yok eğer gerçekten insanları öldüren, süründüren, sefil eden açlıksa konumuz o zaman bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor.

Konvansiyonel sistemde olay sadece kendi halinde bir çiftçinin ilaç kullanmasından ibaret değil. Dünya bütün insanlarıyla ve bütün ekosistemleriyle bir bütün. Bir tek çiftçinin ilaç kullanması, iki böceğin ölmesi, koca bir köyün GDOlu tohum kullanması ve her sene şirketlerden bu tohumları almak zorunda kalması, bir ekosistemin bozulması, bir nehrin kuruması, bir buzun daha eriyip gitmesi, bir şehir dolusu insanın gıdaya sadece süpermarketlerden ulaşabilmesi, koca bir dünyanın gıda şirketlerinin elinde olması hep birbirini takip eden ve bağlı durumlar. Olay sadece bir çiftçide bitmiyor (ama değişim belki bir kişide başlayabilir) ve açlık sorunu sadece tarım tekniklerine indirgenemiyor. Kullanılan konvansiyonel teknikler, konvansiyonel yaşamlara ve düzenlere dönüşüyor.

Rapora geri dönersek, yazıda bahsedilen de işte bu, yani sistemlerin bütünlüğü, agroekolojinin ana felsefesi. Gıda sistemleri bir bütün olarak ele alınmalı ve sorunlara ona göre çözüm aranmalı. Sadece teknoloji transferiyle çözüm üretmeye kalkarsak daha çok açlık sorunuyla karşı karşıya kalırız. Çiftçilerin katılımı, bilim adamlarının duyarlılığı ve insanların gerçek gıdaya kavuşma isteği bir arada olmak zorunda. Tabi bunların hepsi insanların özgürce karar verip, özgürce yaşayabilecekleri bir çerçeve içerisinde gerçekleşebilmeli. Agroekoloji bilimi sahip olduğu bakış açısıyla bunu sağlamaya çalışıyor. Raporda bahsedildiği gibi agroekoloji gibi bütün gıda sistemini içeren bir bilim/yöntem/uygulama/hareket gıdanın kullanılabilirliğini, erişilebilirliğini, yerterliliğini, sürdürülebilirliğini sağlayabilir ve çiftçilerin bu süreçte söz almasına yardımcı olabilir.


NOT: Bahsettiğim özgür ve gerçek gıdayı sağlayacak bilimin adının ne olduğu bence çok önemli değil. Ama adı üzerinden enstitüler kurulan, eğitim programları açılan, makaleler yazılan bir bilim dalının Türkiye'de cisim bulamaması beni çok üzüyor. Ulaşılabilen nadir kaynaklarda tarımsal ekoloji adı altında bahsi geçen disiplin, umarım yakın zamanda ülkemizde de kendisine bir yer bulur.

18 Mart 2011 Cuma

Sen kanser nedir bilir misin? "Nükleer"e hayır der misin?

Yediğimiz her şey belki eninde sonunda kanser yapacak bizi. Kanser olacağı kesin insanlar olarak günümüzü geçiriyoruz belki de. Yiyeceklerin etiketlerine bakmaktan gözleri yorulan; açık, paketsiz, fabrikadan geçmemiş gıda bulmakta zorlanan insanlar olmuşuz. Kanser ise artık sinsi sinsi bekleyen bir düşman olmaktan çıkmış, her yerde bizi arayıp soruyor. Bugün seni yarın beni alacak.
Ya gıdadan gelmezse peki kanser? Yediğinin ölümün olması zaten içler acısı ama ya başka başka kanserler de bekliyorsa kapıda?
Anneannemi öyle kaybettim işte ben. Seneler olmuş. Ama ölümler sene dinlemiyor ki, insan sadece öteliyor, ittiriyor anıları can yakmasın diye daha fazla. Evinde her şeyi kendi yapan anneannem, sigara nedir bilmemiş, GDO nedir, E-330 nedir duymamış anneannem kanserden öldü yıllar önce.
Elleri katmer yapmaktan, poğaça pişirmekten her daim una bulanmış, yiyecekleri hep en temizinden, hep en iyisinden seçmeyi bilen, sofraları ve davetleri dillere destan, tarifleri şimdi kendi gibi toprak olmuş rahmetli teyzelerin tozlu defterlerinde boy boy yazılı, herkesin imrendiği giysilerini kendi çizip kendi diken, hiçbir şeyin fazlasını istemeden, "kararında", "yeterince" yaşayan, bir adet tarağı, aynası ve ruju ile her zaman sade ve bakımlı olmuş ve bana bir insanın nasıl kendi başına sürdürülebilir yaşayacağını göstermiş anneannem öylecene 2 ayda gidivermişti.
Kanser bu. Nedeni nasılı her daim zihnimizde, cevapları genlerde, hücrelerde saklı. Acıları ise hep içimizde bir yerlerde geziyor.
Kanser nedir iyi biliyorum ben. O endamlı kadının nasıl süzüldüğünü, bacaklarının nasıl günden güne şiştiğini, kan dolaşımının yavaşladığını, acıların nasıl onu uyutmadığını, gecelerinin gündüzlerinin bir anlamının kalmadığını ben gördüm. Nasıl gizli gizli ölmeyi dilediğini hepimiz gördük. Ve ilk kez bildik sabah sabah çalan bir telefonun ne anlama geldiğini.
Kanser bu. Elleyebiliyorsun, görebiliyorsun, yaşayabiliyorsun. Ama kahretsin ki unutamıyorsun.
Eskiden kanser kapıyı çalana kadar belki çoğumuz bilmiyorduk neler getirip neler götürdüğünü bu hastalığın. Ama artık her kapıda kanser, kırmızı boyayla konmuş işaretler gibi kapılarda sırıtıyor.
Anneannem de bilmiyordu 65 yaşında kendi kapısını çalacağını.
Yaşı ilerlerdikçe bile insan kendine konduramazken, gençler nasıl anlamlandırsın?
İçtikleri çaydan ölenler var, çay, içimizi ısıttığımız, her daim dostumuz çay...

Her kapıda bir kanser ve geride yarım kalmış hayatlar.
yalnız dedeler
yalnız kardeşler
yalnız sevgililer
yalnız ölüler
Ben kanser nedir biliyorum. Çoğumuz biliyoruz artık. Bilmeyen için de binlerce resim var görecek, binlerce anı var dinleyecek. Her kapıdan çıkan kanserli bir ölü var.
Bilmek kolay ama yaşaması zor.
Ölüm kaderden, kader Tanrı'dan belki ama kaderi şekillendirmek insandan.
Kanser zaten kapıdayken ona kapıyı açmak neden?

Nükleer santral istemiyorum çünkü ben kanseri biliyorum.

19 Şubat 2011 Cumartesi

agroekoloji ve insan

Yemekten, doğadan ve hatıralardan bahsederken agroekolojiyi biraz unuttum geçtiğimiz günlerde. Üstüne ülke değiştirmek ve yerleşmek gibi yorucu işler de girince uzak düştüm sanırım. Ama okulun başlaması ile gene geri döndüm. Bir süredir ikinci dönemi okumak için İspanya'dayım. İspanya'nın güneyinde Endülüs'te Cordoba'da. İkinci dönemi burada okumayı ben tercih ettim, sınıf arkadaşlarım da dünyanın farklı yerlerine dağıldılar. Burayı Akdeniz tarımı ile ilgilenebilirim diye tercih ettim.

Şimdilik zeytin ağaçları dışında çok fazla şey gördüğüm söylenemez. Burası şehre ve betona odaklı yaşıyor. Şehrin içinde parklar ve bahçeler var ama genel olarak toprak görmek bile zor. Üniversite şehrin dışında ve ancak oraya giderken biraz yeşillik görebiliyorum.
Geçtiğimiz gün yakınlarda bulunan zeytiniyle ünlü Baena kasabasına gittik ve yolda ne çiftlik gördük ne köy gördük. Sadece bir tane evde ahır ve hayvanlar vardı. Kısacası manzaralar alışık olduğum Akdeniz manzaralarından çok farklı.

İlk derslerim başladı. Şimdilik "Küresel Değişim" adlı master programından seçtiğim dersleri alıyorum. Agrosistemler ve Küresel Değişim ile Bitkilerin Değişen Çevreye Adaptasyonu adlı iki ders aldım geçtiğimiz hafta. Bu yazıyı yazma sebebim de bu derslerin içeriği yüzünden.
İki derste de tarım çalışmaları kimyaya ve bilime odaklı anlatıldı. Agrosistemlerle ilgili olan derste her ne kadar sürdürülebilir tarım tekniklerinden bahsedilse de genel olarak anlatılan tarımdaki teknolojik gelişmelerdi. Adaptasyon dersi ise tamamen kimya üzerinden verildi. Tabi normal olan da bu, dersin içeriği bunu gerektiriyor. Fakat benim takıldığım nokta herbisitler, ozone, karbondioksit gibi maddeler anlatılırken insanlardan hiç bahsedilmemesi. Her şey bilimin kesinliği içerisinde anlatılıyor, formüller ekranda uçuşuyor, herbisitlerin bitkileri nasıl etkisiz hale getirdiği anlatılıyor ama aslında neler olup bittiğinden kimsenin bahsettiği yok!
Belki ben çok naifim ya da hayalperestim, bitkilerin adaptasyonundan bahsederken insanları umursamaya da gerek olmadığını birçok kişi savunabilir, ama ne yalan söyleyeyim agroekolojinin yapı taşını oluşturan insan, doğa ve tarımın bütünselliği kavramı beni rahat bırakmıyor ve mevcut tarım eğitiminin açıklarını ve eksikliklerini sorguluyorum. Herbisitlerden bahsederken bunların insanlar için olan zararları (fizyolojik, psikolojik ve ekonomik) ya da bunların ekosistem üzerindeki öngörülen ya da öngörülmeyen etkilerinden de bahsetmek gerek diye düşünüyorum. Agroekolojide bitkiler tek tek değil içinde varoldukları eko ve agroekosistem içerisinde tanımlanıyorlar ve fonksiyonları buna göre değerlendiriliyor. Ve pek tabi bitkiler incelenirken (ya da hayvanlar,vs.) insan faktörü de her zaman eşit derecede önemle ele alınıyor.

Agroekolojinin en önemli isimlerinden olan Miguel Altieri'nin Agroecology: The Science of Sustainable Agriculture adlı kitabında (Agroekoloji: Sürdürülebilir Tarım Bilimi) geçen bir hikaye beni çok etkiledi. Bir proje dahilinde, tarımda kullanılan kimyasalların insanlara (ve çevreye) olan etkilerini incelemek için bir köy seçiliyor. Köyde kimyasalların zararlarının insanlarca anlaşılması için çeşitli çalışmalar yapılıyor ama genel olarak kimyasallara karşı bir güven mevcut olduğu saptanıyor. Bunun üzerine yeni bir metot deneniyor. Çiftçilerin kimyasalları doldurdukları bidonlara ve sprey aletlerine karanlıkta özel olarak görülebilecek bir madde ekleniyor ve çiftçilerden her zaman ki gibi spreyleme yapmaları isteniyor. Kimyasallardan etkilenmediklerini düşünen insanlar akşam olunca büyük bir sürprizle karşılaşıyorlar: kimyasallar sadece bitkilerde ve toprakta değil aslında her yerde! Çocukların yüzlerinde, evlerde, köy etrafındaki birçok mekanda boya maddesi parlıyor. Çıkan sonuç kimyasalların aslında ne kadar hayatımıza girdiğini ve biz farkında olmasak da sağlımıza zarar verebilecek kadar yakınımızda olduklarını gösteriyor. Bu örnek agroekolojinin yapabileceklerinden küçük bir kesit. Sistemleri bir bütün olarak ve yaratıcı bir şekilde incelemek ve aynı şekilde çözümler üretmek! Aslında sadece bitki adaptasyonu, CO2, O3, herbisit deyip geçmemek gerek, her şey birbirine bağlanmış durumda. Eğer değişim istiyorsak da bunu bir ekosistemi bütün halde ele alarak gerçekleştirebiliriz sadece.

31 Ocak 2011 Pazartesi

tanıdıklar

Yiyeceklerle bağlanıyor insan yaşadığı yere. Oradan uzak kalınca da en başta yemekleri özlüyor, zamanında burun kıvırdığı tatları hatırlıyor iç çekerek. Norveç'te de hikaye aynıydı. Hoş dünyanın her yerinden her şey geliyordu bu kuzey ülkesine ama 3-5 sarı domatese, tek tek poşetlerde satılan salatalıklara, gramla tartılan bakla ve fasulyelere yüz vermiyordum hiç. Sonuç mu? Organik yerel tohum patatesler, süt ürünleri ve antik buğdaylarla yapılan ekmekler. Şimdi ise güneye düştü yolum. Bu dönemki dersler beni nereye götürecek bilmiyorum ama gördüğüm ve aldığım yiyeceklerin beni Türkiye'ye yakınlaştırdığı kesin. Mevsimleri henüz gelmese de domates, biber ve patlıcanın hakimiyeti çok belirgin. Portakallar ve mandalinalar yerlerden toplanıyor. Ama bir şey var ki beni asıl o alıp götürüyor anılarıma: zeytin ve zeytinyağı. Her yer, her toprak, her aralık zeytine adanmış. Dünyanın en çok zeytin ağacı olan bölgelerinden birindeyim ve her yerde o tanıdık yeşilliği görüyorum. Gri-yeşil yaprak, altın-yeşil sıvı. Her yemekte zeytinyağı, her lokmada zeytinyağı, her tabakta, kaşıkta zeytinyağı. Tanıdık kokular ve tatlarla daha kolay geçiyor günler, azalıyor mesafeler.

14 Ocak 2011 Cuma

balkonlar

Aile sofraları deyince aklıma takılan anılarda balkon sefalarının yeri büyük. Çocukluğumun şimdi bende sadece mayhoş bir sızı bırakan günleri balkonlarda tat bulurdu. Yazın yaklaşmasıyla toz toprak dolmuş balkona çıkılır, içeri geri girerken pislik getirmeyelim diye oracığa konuvermiş plastik terlikler ayağa geçirilir ve balkon bir güzel sulanırdı. Toprakla karışıp kahverengiye çalan su balkon deliğinden akıp giderken bize de bir ferahlık gelirdi aniden. Sonra bütün kış güneşi beklemiş, ilgisizliğimizden de fena bıkmış çiçeklerin saksıları yoklanır, toprakları düzenlenir, kendilerine bir şans daha verilirdi o yaz da güneşlenmeleri için. En sonunda ise balkon masası şöylecene bir silinir, üstüste konmuş sandalyeler yerlerine dizilir ve balkon bir yaz için daha hazır ola geçirilirdi.
Sabahın tazeliğinde yapılan o uzun kahvaltılar.
Zeytinyağında yüzen domatesler hala aklımda. Beyaz peynir, yumartalı ekmek kızarması ve yeşil biberler. İlla ki de siyah zeytin. Ve balkona kadar taşınmış ama kendisine bir türlü yer bulunamayan çelik çaydanlık.
Gündüz sıcağında itibar görmeyen balkon akşama doğru yeniden canlanırdı.
5 çayı! Çelik çaydanlık bu sefer tabakların olmadığı boş masaya kral gibi konuşlanır, en ortada hükmünü sürerdi. Yanında ise görevlileri: kurabiyeler, bisküviler (inadına iki pötibör arası lokumlulardan), kekler ve börekler. Güneş batarken biz ayılır canlanırdık bardak bardak çayla.
Akşam olunca ise asıl cümbüş başlardı. Önce salata (domates, biber, salatalık) gelir, ardından bir iki meze ve günün anlam ve önemine göre balık, köfte-patates ya da patlıcan-biber kızartmalı bir sofra bizi bir araya getirirdi. Yan balkonlardan gelen çatal, bıçak ve kahkaha sesleriyle bizimkiler karışırdı. Birden bir şaka patlar, bir fıkra anlatılagelir ya da o gün yaşanmış komik bir anıdan herkese bahsedilirdi. O yemekler hiç bitmezdi ki. Gülerdik gülerdik gülerdik.
Yemeğin ardından son bir kez daha çay demlenir ve gece sessizliğin içinde sonlandırılırdı. Belki biraz tavla sesi, belki biraz televizyon (o televizyonların görüntüsü az bozulmadı balkona doğru çevrildikleri için) duyulurdu ama o kadar. Gece gelir balkon da uykuya yatardı herkes gibi.
Şimdiki evleri görüyorum Istanbul sokaklarında. Kutular, yüksek uzun kutular. Çıkıntıları yok, dışarı sarkan camları yok, dil çıkartan saksıları, parmak uzatan çiçekleri yok. Hepsi dümdüz ve pürüzsüz. Akşam ne zaman eve geleceğini bilmeden her sabah 6'da işe giden insanların balkon sefası olmaz ki diye düşünüyorlar yaparken bu evleri. Olmaz zaten. Ne sabahı ne öğleden sonrası ne akşamı var insanların artık, evde kullanılan tek şey yatak iken, balkonu kim düşünecek.
Oysa bilmezler ki binalardaki o pürüzler, o çıkıntılar ne anılar taşır, ne sofralar barındırır.
Balkon aile demek kahkaha demek benim için, yemek demek, yemekle yaşamak demek.

4 Ocak 2011 Salı

simidimin yarısı

Artun Ünsal'ın Susamlı Halkanın Tılsımı adlı kitabını okuyorum (Türkiye'nin peynirleri, zeytinleri, ekmekleri ve yoğurtları üzerine yazdığı kitapları da çok sevmiştim) iki gündür. Hacı adayları yolculuğa çıkmadan önce simit alır ve kendilerini yolcu edeceklere bunun yarısını bölüp dağıtırlarmış. Yolda her yarım simidi yerken akrabalarının eş dostlarının da simidin diğer yarısını yediğini bilir mutlu olurlarmış. Companion kelimesi geliyor aklıma. Com-panion(panis). Ekmek dostu. Ekmek paylaştığın kişi. Ekmeğimin, simidimin yarısı canımın yarısı.