28 Nisan 2011 Perşembe

yoksa siz hala margarin mi kullanıyorsunuz?

Geçtiğimiz seneden beri tam bir tereyağı devrimi yaşıyorum. O kadar kandırılmış hissediyorum ki bu konuda. Margarinle büyümüş olmak sinirimi bozuyor. Tereyağının kokusu yerine margarinin plastik kokusuna aşinaymışız da haberimiz yokmuş sağolsun reklamlar. Ekmeğe ihanet ediyormuşuz meğer onu margarin altında ezerken (tabi ekmeğin kendisi de plastik ekmek ise sorun yok). Keke böreğe hatta nasıl olduysa pilava bile girivermiş "sağlıklı" beyaz. Bu ülkede en unutulmuş, en canı yanmış gıda herhalde tereyağı son 20 senedir. Ben çocukken çoktan ele geçirmişti mutfakları şehirlerde. Yoksa siz hala annenizinkini mi kullanıyorsunuz diyen reklamları hatırlarsanız, demek ki piyasaya gireli aslında bayağı olmuş reklamın ana hedefi bizim 80lilerin anneleri olduğuna göre. Ne yazık. Eh bir de üstüne aile tarihim kalp krizleriyle, by-pass ameliyatlarıyla yazılınca tereyağı "cıs" olmuştu benim için. Öyle ki tadını gerçekten unutmuşum.

Geçtiğimiz sene Karadeniz'den gelen tereyağlarıyla ufak bir barış sürecine girmiştim (tabi mısır unu-tereyağı-peynir ölümcül mıhlama üçlemesi pazar sofralarımızdan çıkıp akşam sofralarımızda da yer almaya, simitler de pantolonları sıkıştırmaya çalıştıkça barış sürecimiz gerçekten de kısa sürmüştü). Ama Norveç'te, inekler ve sütler ülkesinde, tereyağıyla ayrılmayacak şekilde yeniden bir araya geldik.

Öncelikle sürecin ekmek yapmakla başladığını söylemem gerek. Ankara'da yaşarken öğrenci evidir, meşgulüz, bir ara alırız diyerek fırınsız 2 sene geçirdik ve pişirmek sadece ocak üstünde zaman geçirilen bir alışkanlığa dönüştü. Ama Norveç'te (her ne kadar yurt mutfağı yemek yapmak için en uygunsuz ortamlardan biri olsa da) fırını yeniden keşfettim. Selen'in fırınla ve Norveç'in gıda fiyatlarıyla imtihanı. Fiyatların pahalılığı ile benim öğrenci bütçemin kardeş kardeş geçinememesi sebebiyle ne zamandır aklımda olan ekmek yapma fikrine sarıldım. Bir daha da bırakamadım. O ekmekler fırından sıcak sıcak çıktıkça (Norveç'in sütten başka, buğday, arpa, çavdar ülkesi olması da tabi bulunabilen un çeşidini arttırıyordu) buzdolabından da tereyağı eksik olmamaya başladı. Bu arada organize ettiğimiz potlucklar (bunlardan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim) sayesinde herkesin yemek yaparken (hamur işi vs.) tereyağı kullandığını öğrendim. Margarin çılgınlığının ABD'de büyüyüp geliştini, Fransızların ise bu tartışmalardan haberleri bile olmadan tereyağı ile mutlu mesut yaşadıklarını keşfetmem de gelişmelere etki etti. Sonunda tereyağına gerçekten merhaba dedim. Fırından çıkan organik unla yapılmış ekmeğe sürülen tereyağının sanırım adı, sıfatı yok, kendisini sadece yemek gerekiyor. İçimizden de geçirmek gerekiyor: Tereyağlı ekmek yiyorum gözlerim kapalı!

Simitler pantolonları ne yaparsak zorlayacak sanırım 25'i bir kere geçince, suçluyu tereyağında aramak neden? Evet her gün, her zaman yememek lazım ama yemeyeceğiz diye fabrikasyon taklitlere güvenmek, asıl yanlış olan o.

Michael Pollan'ın Food Rules kitabını geçtiğimiz günlerde bitirdim. Yazar kitabı annesine adamış: yazılar "tereyağının margarinden daha yararlı olduğunu her zaman bilmiş olan anneme" diye başlıyor. Anneler reklamlar yerine kendi iç seslerini dinlerlerse sanırım yeni nesiller gıda konusunda çok yol alabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder