31 Mart 2011 Perşembe

sürdürülebilir gıda beni, seni, bizi doyurur

Geçtiğimiz günlerde BM'nin agroekoloji üzerine raporu yayımlandı. Raporda kısaca agroekolojinin, yani sürdürülebilir gıda ve tarım sistemlerinin insanların gıdaya olan erişimini sağlamak için en önemli ve uygun yol olduğundan bahsediliyor!

İlk bakışta rapor zaten inandığımız ve bildiğimiz bir doğrudan bahsediyor gözüküyor ama aslında çok derin bir konuya parmak basıyor. Akademik yazılarda ve medyada, gıdaya erişimin konvansiyonel tarım teknikleri kullanılmazsa kolay olmayacağından bahseden birçok kaynak bulmak mümkün. Konvansiyonel tarımın sağladığı yüksek ürün miktarlarının insanları ancak doyurduğu (o zaman neden hala açlık var?), eğer sürdürülebilir tarım teknikleri daha büyük ölçeklere yayılırsa bunun varolan nüfusu doyurmaya yetmeyeceği yapılan en yaygın yorumlar. Kısacası savunulan düşünce şu: konvansiyonel tarım yoksa gıda da yok!

Geçen ay dünyanın en önemli tohum şirketlerinden birinin yerel merkezini gezdik ve biz öğrencilere yapılan sunumda şirketin yaptığı çalışmaların dünyada açlığa nasıl çare olduğundan bahsediliyordu. Buranın dilini iyi konuşamadığım için hiçbir şey diyemedim ve çok kötü hissettim, ama işin daha acı yanı sunum bitince bütün öğrenciler şirket yetkilisini verdiği değerli(!) bilgiler için alkışladılar. Oradan nasıl bir suratla ayrıldığımı tahmin edebilirsiniz.

Konvansiyonel gıda sistemlerinin (tarım başlı başına varolmadığı için bu terimi kullanmak daha uygun) açlığa çare olmadığı görünen bir gerçek; dünyada açlık sorunu bu kadar ortadayken insanların sürdürülebilir tarıma geçince açlık çekeceklerinden bahsetmek bence çok gülünç. Süregelen sistemde zaten birçok insan sıkıntı içerisinde yaşıyor ve bu sistemi açlığa çare oluyor diye savunmak dünyaya sadece belli ülkelerin gözünden bakmak demek. Eğer açlıktan kasıt dünyadaki sayılı insanın çoğu zaman çöpe giden, besin değeri olmayan, plastik gıdalara ayıracakları lüksü bulamamasıysa bence zaten düşünmeye gerek yok. Yok eğer gerçekten insanları öldüren, süründüren, sefil eden açlıksa konumuz o zaman bakış açımızı değiştirmemiz gerekiyor.

Konvansiyonel sistemde olay sadece kendi halinde bir çiftçinin ilaç kullanmasından ibaret değil. Dünya bütün insanlarıyla ve bütün ekosistemleriyle bir bütün. Bir tek çiftçinin ilaç kullanması, iki böceğin ölmesi, koca bir köyün GDOlu tohum kullanması ve her sene şirketlerden bu tohumları almak zorunda kalması, bir ekosistemin bozulması, bir nehrin kuruması, bir buzun daha eriyip gitmesi, bir şehir dolusu insanın gıdaya sadece süpermarketlerden ulaşabilmesi, koca bir dünyanın gıda şirketlerinin elinde olması hep birbirini takip eden ve bağlı durumlar. Olay sadece bir çiftçide bitmiyor (ama değişim belki bir kişide başlayabilir) ve açlık sorunu sadece tarım tekniklerine indirgenemiyor. Kullanılan konvansiyonel teknikler, konvansiyonel yaşamlara ve düzenlere dönüşüyor.

Rapora geri dönersek, yazıda bahsedilen de işte bu, yani sistemlerin bütünlüğü, agroekolojinin ana felsefesi. Gıda sistemleri bir bütün olarak ele alınmalı ve sorunlara ona göre çözüm aranmalı. Sadece teknoloji transferiyle çözüm üretmeye kalkarsak daha çok açlık sorunuyla karşı karşıya kalırız. Çiftçilerin katılımı, bilim adamlarının duyarlılığı ve insanların gerçek gıdaya kavuşma isteği bir arada olmak zorunda. Tabi bunların hepsi insanların özgürce karar verip, özgürce yaşayabilecekleri bir çerçeve içerisinde gerçekleşebilmeli. Agroekoloji bilimi sahip olduğu bakış açısıyla bunu sağlamaya çalışıyor. Raporda bahsedildiği gibi agroekoloji gibi bütün gıda sistemini içeren bir bilim/yöntem/uygulama/hareket gıdanın kullanılabilirliğini, erişilebilirliğini, yerterliliğini, sürdürülebilirliğini sağlayabilir ve çiftçilerin bu süreçte söz almasına yardımcı olabilir.


NOT: Bahsettiğim özgür ve gerçek gıdayı sağlayacak bilimin adının ne olduğu bence çok önemli değil. Ama adı üzerinden enstitüler kurulan, eğitim programları açılan, makaleler yazılan bir bilim dalının Türkiye'de cisim bulamaması beni çok üzüyor. Ulaşılabilen nadir kaynaklarda tarımsal ekoloji adı altında bahsi geçen disiplin, umarım yakın zamanda ülkemizde de kendisine bir yer bulur.

18 Mart 2011 Cuma

Sen kanser nedir bilir misin? "Nükleer"e hayır der misin?

Yediğimiz her şey belki eninde sonunda kanser yapacak bizi. Kanser olacağı kesin insanlar olarak günümüzü geçiriyoruz belki de. Yiyeceklerin etiketlerine bakmaktan gözleri yorulan; açık, paketsiz, fabrikadan geçmemiş gıda bulmakta zorlanan insanlar olmuşuz. Kanser ise artık sinsi sinsi bekleyen bir düşman olmaktan çıkmış, her yerde bizi arayıp soruyor. Bugün seni yarın beni alacak.
Ya gıdadan gelmezse peki kanser? Yediğinin ölümün olması zaten içler acısı ama ya başka başka kanserler de bekliyorsa kapıda?
Anneannemi öyle kaybettim işte ben. Seneler olmuş. Ama ölümler sene dinlemiyor ki, insan sadece öteliyor, ittiriyor anıları can yakmasın diye daha fazla. Evinde her şeyi kendi yapan anneannem, sigara nedir bilmemiş, GDO nedir, E-330 nedir duymamış anneannem kanserden öldü yıllar önce.
Elleri katmer yapmaktan, poğaça pişirmekten her daim una bulanmış, yiyecekleri hep en temizinden, hep en iyisinden seçmeyi bilen, sofraları ve davetleri dillere destan, tarifleri şimdi kendi gibi toprak olmuş rahmetli teyzelerin tozlu defterlerinde boy boy yazılı, herkesin imrendiği giysilerini kendi çizip kendi diken, hiçbir şeyin fazlasını istemeden, "kararında", "yeterince" yaşayan, bir adet tarağı, aynası ve ruju ile her zaman sade ve bakımlı olmuş ve bana bir insanın nasıl kendi başına sürdürülebilir yaşayacağını göstermiş anneannem öylecene 2 ayda gidivermişti.
Kanser bu. Nedeni nasılı her daim zihnimizde, cevapları genlerde, hücrelerde saklı. Acıları ise hep içimizde bir yerlerde geziyor.
Kanser nedir iyi biliyorum ben. O endamlı kadının nasıl süzüldüğünü, bacaklarının nasıl günden güne şiştiğini, kan dolaşımının yavaşladığını, acıların nasıl onu uyutmadığını, gecelerinin gündüzlerinin bir anlamının kalmadığını ben gördüm. Nasıl gizli gizli ölmeyi dilediğini hepimiz gördük. Ve ilk kez bildik sabah sabah çalan bir telefonun ne anlama geldiğini.
Kanser bu. Elleyebiliyorsun, görebiliyorsun, yaşayabiliyorsun. Ama kahretsin ki unutamıyorsun.
Eskiden kanser kapıyı çalana kadar belki çoğumuz bilmiyorduk neler getirip neler götürdüğünü bu hastalığın. Ama artık her kapıda kanser, kırmızı boyayla konmuş işaretler gibi kapılarda sırıtıyor.
Anneannem de bilmiyordu 65 yaşında kendi kapısını çalacağını.
Yaşı ilerlerdikçe bile insan kendine konduramazken, gençler nasıl anlamlandırsın?
İçtikleri çaydan ölenler var, çay, içimizi ısıttığımız, her daim dostumuz çay...

Her kapıda bir kanser ve geride yarım kalmış hayatlar.
yalnız dedeler
yalnız kardeşler
yalnız sevgililer
yalnız ölüler
Ben kanser nedir biliyorum. Çoğumuz biliyoruz artık. Bilmeyen için de binlerce resim var görecek, binlerce anı var dinleyecek. Her kapıdan çıkan kanserli bir ölü var.
Bilmek kolay ama yaşaması zor.
Ölüm kaderden, kader Tanrı'dan belki ama kaderi şekillendirmek insandan.
Kanser zaten kapıdayken ona kapıyı açmak neden?

Nükleer santral istemiyorum çünkü ben kanseri biliyorum.