30 Nisan 2011 Cumartesi

Yeni Blog

Merhaba! Bundan böyle yazılarımı

http://agroekoloji.wordpress.com/

adlı adresten takip edebilirsiniz. Yeni site yeni fikirler ve bilgilerle karşınızda.

28 Nisan 2011 Perşembe

yoksa siz hala margarin mi kullanıyorsunuz?

Geçtiğimiz seneden beri tam bir tereyağı devrimi yaşıyorum. O kadar kandırılmış hissediyorum ki bu konuda. Margarinle büyümüş olmak sinirimi bozuyor. Tereyağının kokusu yerine margarinin plastik kokusuna aşinaymışız da haberimiz yokmuş sağolsun reklamlar. Ekmeğe ihanet ediyormuşuz meğer onu margarin altında ezerken (tabi ekmeğin kendisi de plastik ekmek ise sorun yok). Keke böreğe hatta nasıl olduysa pilava bile girivermiş "sağlıklı" beyaz. Bu ülkede en unutulmuş, en canı yanmış gıda herhalde tereyağı son 20 senedir. Ben çocukken çoktan ele geçirmişti mutfakları şehirlerde. Yoksa siz hala annenizinkini mi kullanıyorsunuz diyen reklamları hatırlarsanız, demek ki piyasaya gireli aslında bayağı olmuş reklamın ana hedefi bizim 80lilerin anneleri olduğuna göre. Ne yazık. Eh bir de üstüne aile tarihim kalp krizleriyle, by-pass ameliyatlarıyla yazılınca tereyağı "cıs" olmuştu benim için. Öyle ki tadını gerçekten unutmuşum.

Geçtiğimiz sene Karadeniz'den gelen tereyağlarıyla ufak bir barış sürecine girmiştim (tabi mısır unu-tereyağı-peynir ölümcül mıhlama üçlemesi pazar sofralarımızdan çıkıp akşam sofralarımızda da yer almaya, simitler de pantolonları sıkıştırmaya çalıştıkça barış sürecimiz gerçekten de kısa sürmüştü). Ama Norveç'te, inekler ve sütler ülkesinde, tereyağıyla ayrılmayacak şekilde yeniden bir araya geldik.

Öncelikle sürecin ekmek yapmakla başladığını söylemem gerek. Ankara'da yaşarken öğrenci evidir, meşgulüz, bir ara alırız diyerek fırınsız 2 sene geçirdik ve pişirmek sadece ocak üstünde zaman geçirilen bir alışkanlığa dönüştü. Ama Norveç'te (her ne kadar yurt mutfağı yemek yapmak için en uygunsuz ortamlardan biri olsa da) fırını yeniden keşfettim. Selen'in fırınla ve Norveç'in gıda fiyatlarıyla imtihanı. Fiyatların pahalılığı ile benim öğrenci bütçemin kardeş kardeş geçinememesi sebebiyle ne zamandır aklımda olan ekmek yapma fikrine sarıldım. Bir daha da bırakamadım. O ekmekler fırından sıcak sıcak çıktıkça (Norveç'in sütten başka, buğday, arpa, çavdar ülkesi olması da tabi bulunabilen un çeşidini arttırıyordu) buzdolabından da tereyağı eksik olmamaya başladı. Bu arada organize ettiğimiz potlucklar (bunlardan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim) sayesinde herkesin yemek yaparken (hamur işi vs.) tereyağı kullandığını öğrendim. Margarin çılgınlığının ABD'de büyüyüp geliştini, Fransızların ise bu tartışmalardan haberleri bile olmadan tereyağı ile mutlu mesut yaşadıklarını keşfetmem de gelişmelere etki etti. Sonunda tereyağına gerçekten merhaba dedim. Fırından çıkan organik unla yapılmış ekmeğe sürülen tereyağının sanırım adı, sıfatı yok, kendisini sadece yemek gerekiyor. İçimizden de geçirmek gerekiyor: Tereyağlı ekmek yiyorum gözlerim kapalı!

Simitler pantolonları ne yaparsak zorlayacak sanırım 25'i bir kere geçince, suçluyu tereyağında aramak neden? Evet her gün, her zaman yememek lazım ama yemeyeceğiz diye fabrikasyon taklitlere güvenmek, asıl yanlış olan o.

Michael Pollan'ın Food Rules kitabını geçtiğimiz günlerde bitirdim. Yazar kitabı annesine adamış: yazılar "tereyağının margarinden daha yararlı olduğunu her zaman bilmiş olan anneme" diye başlıyor. Anneler reklamlar yerine kendi iç seslerini dinlerlerse sanırım yeni nesiller gıda konusunda çok yol alabilir.

27 Nisan 2011 Çarşamba

Ekmek ekin sofranıza!

Ekmekle ne kadar yakınız, ne kadar dostuz. Kendi kendinin katığı olur yeter bize. Tenimizi okşayacak kadar yumuşak, parmaklarımızı gıdıklayacak kadar oyuncu, damağımızı acıtacak kadar sert. Ekmekle büyüyoruz, hem yaş, hem boy, hem de anıca.
Kapımızda buluyoruz sabahları, günaydın deme şekli yeni günün.
Bölüyoruz gani gani, paylaşıyoruz akşamları.
Başımıza koyuyoruz, acımıza sarıyoruz, yaramıza basıyoruz.
Bu kadar içiçeyken, onu paketlere, türlü çeşitli maddelere kaybettik ne yazık!
Yediğimiz ekmeklere "el" değmiyor ama neler neler değiyor.
Makineler.
El değil ama E'ler.
Keşke yeniden değse elimiz, kirlensek, yapış yapış olsak.
Una bulansak,
sonra suda arınsak.
Ve yoğursak hamuru. Güçle, aşkla, nefesle yoğursak ve aleve hediye etsek gerisini.

2 Nisan 2011 Cumartesi

gıdaya erişim

Gıda güvencesine kafayı takmış durumdayım. Araştırma isteğim de bu alana kayıyor. Gıda güvencesi çok büyük bir konu; aslında yemek yenilen, bulundurulan, kullanılan her yerde gıda güvencesinden bahsetmek mümkün ama daha çok hane bazında algılanıyor. Kısaca, insanların gıdaya yeterli erişimi demek.

Günümüzde 1 milyara yakın insan fakirlikten dolayı açlık çekiyor, bir o kadarı da dengeli beslenemiyor. Gıdaya erişim kronik bir sorun olmaktan kurtulamıyor ne yazık ki.

Fakat bugünlerde kafama takılan ise acil durum zamanlarında gıda erişiminin ne olacağı. Birçok insan alıştığı günlük hayatı sürdürürken afetlerden ve acil durumlardan uzakta olduğunu düşünür. Acil durum anlarında ne yapacağımız çok belli değildir, eğer düzgün bir eğitim politikası da yoksa prosedürlerden, protokollerden, acil durum anında ilk yapılacaklardan haberimiz de yoktur. Gıdayı depolayabileceğimizden bahsederiz arada sırada. Ama bilmeyiz ki afet anı geldiğinde (en azından çoğu için bu geçerli) dolapta birikmiş paket paket yiyeceğin bir anlamı kalmaz. Aslında açlığa ne kadar yakın yaşıyoruz ama bunu bilmiyoruz. Deprem, sel, yangın zili çaldığı zaman ve biz canımızı kurtarıp kaçabildiğimiz zaman sorunlar daha da artar azalmak yerine. Eğer gıda yoksa ne olacak? Yemek depolayabileceğimizi düşündüğümüz o evler yıkılınca ne olacak?

Dünya iletişim olanaklarının artmasıyla inanılmaz yakınlaştı ve artık bir tıklamayla afet yaşamış bir ülkeye gıda yardımı göndermek mümkün. Evet kısa sürede bu tür yardımlar belki insanların temel gıda maddelerine ulaşmasına yardımcı olabilir ama büyük ölçekli, birçok ülkeyi etkileyebilecek bir afet durumunda bu geçici yardımların yapılabileceğinin garantisi yok (biz dünyaya sahip değiliz, o bize sahip). Üstelik bu yardımların ne kadar doğru olduğu da tartışmalı (Örneğin, Monsanto'nun afet yapılan bölgelere hiç beklemeden tohum yardımı yapması üzerine araştırma yapılmış bir konu, internette ateşli tartışmalarla destekleniyor veya kınanıyor). Tabi olası bir açlık anında kimsenin gıdanın kalitesiyle ilgilenemeyeceğini düşünmek de mümkün (yardımı aldın mı? tamam daha fazla konuşma!) ama yapılacak yardımların ileride açlığı arttıracak, gıdaya erişimi engelleyecek sorunlara yol açması da tartışılmalı (Monsanto örneğinde olduğu gibi, çiftçiler ilk başta geçici olarak tohuma kavuşabilirler ama zaman içerisinde genetiği oynanmış tohumlar yüzünden sahip oldukları tohuma/gıdaya erişim özgürlüğünü kaybedebilirler).

Afet konusu üzerinden gıda güvencesine baktığım zaman ulaşabildiğim tek bilgi gıda yardımları. Anladığım şekliyle acil durum gıda güvencesi üzerine kaynak bulmakta, örnek bulmakta zorlanıyorum. Sistemin "bir durum olursa yardım ederiz" mantığı üzerinden yürümesi aslında çok tehlikeli; bu bakış açısı insanların her şeye sahip olabileceklerine, güçlü olduklarına olan yanlış inançtan kaynaklanıyor. Ama doğanın dönüşümlerinde, sancılarında bizim gücümüzün ne kadar küçük olduğuna şahit oluyoruz, şimdiye kadar durumu kurtarmış olmamız bunun her zaman olacağının garantisi değil.

Yapmamız gereken insanların kendi gıda güvencelerine herhangi bir acil durum olduğunda bile sahip olabilmelerine yardımcı olmak. Belki çok büyük bir istek bu, belki de imkansız (sonuçta herkesin tarımla uğraştığı kendine yeterli bir dünyada da afetler olacak ve insanlar zarar görecekler) ama bir yerden başlamak gerekiyor. İnsanlara gıda güvencesinin ne kadar kırılgan bir olgu olduğunun anlatılması, kafalarda ufak bir farkındalık yaratılması bile bir başlangıç olacaktır.