27 Aralık 2010 Pazartesi

sabun

Çocukluğumun kokularına geri döndürdü beni sabunlar. Ne kadar da uzak kalmışız. Ne kadar uzatmışız arayı. Yapay kokulu şampuanlara heves edip sırt çevirmişiz sabunlara. Ezilmiş büzülmüş eriyip gitmiş sabunlar hayallerde. Doğa için yeniden keşfettim sabunu. Erisin gitsin aksın süzülsün sıfır olsun sularda diye.
Zeytinyağından aksın
keçi sütünde aklansın
defneyle
fıstıkla çoğalsın
aklasın paklasın beni.

16 Aralık 2010 Perşembe

bu pazarlar daha ne kadar yaşar?

Butun bir donemi Norveç halkına nasıl daha fazla miktarda iyi, sağlıklı ve etik gıda sağlayabiliriz sorusuyla uğraşarak geçirdik. Hayali semt pazarları tasarladık, adı duyulmayan çiftçilerle konustuk, okullara gittik, evlere gittik...
ABD'de semt pazarlarının (orada çiftçi pazarı deniyor-farmers' market) ne kadar buyuk bir destekle yeniden açılmaya çalışıldığına dair o kadar çok makale okuyup video izledik ki. Norveç'e de benzer bir yaklaşımla pazarlar kurulması için destek verdik, proje yürüttük.
Her seferinde benim ülkem pazar kaynıyor, herkes sokağa çıkıp tezgahlardan alacağını alabiliyor, türlü çeşitli mahalle pazarları var, çiftçisi, satıcısı, alıcısı herkes birbiriyle bir şekilde iletişim kurabiliyor deyip durdum. Gurur duydum desem yeridir.
Sonra ne mi oldu? Buraya gelip pazarların çok da istenmediğini (ki zaten çocukluğumu geçirdiğim Salı ve Cuma pazarları çoktan sizlere ömür, onlarla beraber benim anılarım da yüreğimde anıt oldular), hatta bin bir emekle ve istekle yaratılan organik pazarın (Selamiçeşme'deki) kimi insanlarca buraya yakışmıyor diye istenmediğini duydum şoka girdim.
Yakışmıyor hic Avrupai değil!
Avrupa ve ABD fellik fellik çiftçi marketleri kurmanın yollarını ararken, bize pazarlar yakışmıyor.
Yakışan ne peki?
süpermarketler
raflar
iletişimsizlik
gıdayı poşete koymak ve onu hijyenik, ulaşılabilir, kontrol edilebilir bir obje haline getirmek
plastik sebzeler
lastik meyveler
lambalar
duvarlar ve duvarlar
O kadar için acıyor ki. Giden çocukluğuma mı yoksa onu beraberinde götüren sokaklara, yollara, pazarlara ve insanlara mı neye üzülsem bilemiyorum.

14 Aralık 2010 Salı

dönem sonu

Bir dönem sona erdi. Neler öğrendim neler...
Öncelikle Norveç'te tarım nedir onu öğrendim. Neredeyse sadece büyükbaş hayvan ve tahıl yetiştirerek (balıklara selam) insanların nasıl hayat kurduklarını, yemekler yarattıklarını ve yıllara, yüzyıllara, binyıllara rağmen dayandıklarını öğrendim.
Gıdanın ne kadar az ne kadar değerli ve ne kadar dehşet pahalı olabileceğini cebimde delikler aça aça deneyimledim.
Sadece bahça tarımını bilirken gelmeden önce, burada uçsuz bucaksız tarlalara anlam vermeyi öğrendim. Ve ineklere. Ve yoncalara. Ve ağaçlara.
Köyler yerine tek tek evler görmeyi garipsedim sonra sevdim sonra gene garipsedim.
Organik tarımın bizde ne kadar bilinmiyorsa orada da o kadar bilinmediğini gördüm ve şaşıverdim her geçen gün.
İnsanlara organik gıda yedirmenin zorluklarını tek tek gördüm not ettim.
Çok çalıştık çok emek verdik.
Ve öğrendik.
Bir dönem sona erdi. Yedik içtik öğrendik ama en çok da paylaştık.
Agroekoloji her şeyden önce paylaşmak oldu benim için.
Sürdürülebilir bir gelecek için paylaşmak.
Bilgiyi yemeği ve hayelleri.

6 Kasım 2010 Cumartesi

potluck

Tanışmak ve anlaşmak yemekle başlar dedik ve dönem boyunca türlü çeşitli "potluck" buluşmaları gerçekleştirdik.
Kimi Çinli kimi Fransız kimi İranlı kimi yerli Norveçli. Yemek yaptık, paylaştık ve yedik.
İlk potluck dünyaya açıktı, ne yapabildiysek Norveç'te bulabildiklerimizle getirdik koyduk masaya.
Çin usulu sebzeli yumurta.
İran usulu pilav.
Fransızlardan tabak tabak "quiche" ve "tarte".
Amerikalı Meksika usulu fasulyeyle geldi güldük.
Bense helva yaptım. İlk buluşma ilk bütünlük olsun diye. İrmikler dakika dakika kavrulsun, cısss diye pişsin. Birleşsin taneler, biz de yerken birleşelim. Doğal gıda ve tarım için bütün olalım.
İkinci potluck yerele övgüydü. Yerel gıdanın önemini anlayalım diye sadece Norveç'te yetişen ürünleri kaptık geldik. Zor oldu yılların damak tadını aza zorlamak. Patates, buğday ve tereyeğı seçtim bize yaklaştırmak için Norveç'i. Poğaçayla selam ettim herkese. Kimisi havuç kimisi patates kimisi somonla karşılık verdi.
Yedik yedik yedik ve güldük.

2 Kasım 2010 Salı

yavaşlamak

Tarımla ve doğayla ilgilenirken başka bir kavramla yüz yüze geldim. Yavaşlamak. İstanbullu (aslında artık bunun şehirde yaşamakla da alakası kalmadı) ya da bu devirden olmaktan dolayı içi hep pır pır edenlerden oldum çocukluğumdan beri. Sınavlarla büyümekten bahsetmeyeceğim bile. Koşturmacanın her halini görüp yaşıyoruz nesil olarak. Otobüs bekliyoruz ve iki dakika gecikse fenalık geçiriyoruz. Kasada sıra ilerlemezse dört dönüyoruz. Servise yetişelim derken sabahları sinir krizleri geçiriyoruz. Bilgisayar iki saniye yavaşlayınca tepesi atan kocaman bir grubuz. Ona koştur buna koştur. Ama aslında neye koşturduğumuzu bilmiyoruz. İşte bunları göre yaşaya yavaşlamanın erdemlerine kafayı yormaya başlamıştım bir süredir. Ama özümde var, yavaşlayamıyorum kolay kolay.
Slow Food kavramından uzun zamandır haberdardım ama bunun aslında Slow Movement adıyla anılan daha geniş bir hareketin parçası olduğunu kısa zaman önce keşfettim. Yaşasın dünyada yavaşlamaya çalışan bir sürü insan var! Hayatlarındaki karmaşayı azaltmaya karar vermiş şimdilik az ama çoğalmakta olan bir grup insan. Nicelikten "c" çalıyorlar yavaş yavaş. Ve t harfleri ile yeniden yazıyorlar hayatlarını. Tat almaya, nefes almaya ve anlam vermeye çalışıyorlar. Yemeklerin gerçeğini yerken, tatillerin en hasını yapıyorlar.Hep yavaş.
En çok rahatsız olduğum şey yürürken yavaş insanların arkasına takılmak zorunda kalmaktı. Bir süredir kendimi yavaş yürümeye o kadar çok alıştırdım ki sanırım artık aynı şeyi başkalarına yaşatıyorum. Ama memnunum. Çünkü daha çok görüyorum, daha çok duyuyorum, daha çok anlıyorum.
Doğayı takip etmek veriyor zaten ilhamı bana. Bir gecede ilaçla kızaran domatesler gibi değil güneşin tadına vara vara şişen, semiren, kızaran domatesler gibi. Ya da denildiği üzere yata yata büyüyen karpuzlar gibi.

16 Ekim 2010 Cumartesi

gidis gelis

Kisa bir ara verip Turkiye'ye dondum ve orada yiyecegin ne kadar bulunabilir, ulasilabilir oldugunu gorup gene halimize sukrettim. Ama suregelen politikalar sınırı daha ne kadar zorlayacak bilmiyorum. Ben oradayken domateste baslayan guve sorunu ve hayvanciliktaki azalma konusulup duruyordu. Bir yandan kutu kutu, torba torba, duse toplana satılan meyvelerin sebzelerin bolluğuna bakıp Norveç'te taneyle satılan salatalıkları fasulyeleri düşünüp gülümsedim; bir yandan da ben bu eğitimi alıyorum ama beni kim dinleyecek, bu yiyeceklerin sonu ne olacak diya karamsar bir şekilde sorular sorup durdum bir hafta. Sonra da gene buraya döndüm.

18 Eylül 2010 Cumartesi

Norveç'te Bir Çiftlik-Yuva

Kendi çocukluğumu doğadan uzakta yaşadığımdan olacak, çocukların doğa ile barışık yaşadığı yerleri görünce çok mutlu oluyorum. Toprağın kokusunu bilerek, pürüzlerini elinde hissederek büyümek. Ağaçların etrafında koşturup, yorulunca gölgesinde dinlenmek. Çiçekleri bilmek, hepsini, adını, tadını. Ve yediklerimizin şapkadan çıkan tavşanlar gibi belirmediğini, bir yerlerde, türlü maceralar, türlü heyecanlar, uzun günler ve geceler sonunda yaratıldığını, doğduğunu bilerek şükranla yaşamak. Ne yazık ki hamburger çocukluğu yaşarken bunlardan haberim olmadı. Daha da kötüsü yeni gelen nesillerin doğaya, benim neslimden de uzak yaşadığını görmek oldu. O yüzden çocuklara doğayı tanıtan projeler, okullar gördüğümde içim umutla doluyor. Bunların yaygınlaşması için daha neler yapılabilir merak ediyorum. Bu sene Tarım Bakanlığı çocuklar için tarım kampı başlatmış. Umarım devamı gelir ve zamanla bu tür oluşumlar yayılır.
Şimdi ise gene bu tür bir amaçla yola çıkmış bir kurumdan bahsedeceğim. Belki Türkiye'deki projelere ilham kaynağı olabilir.
Norveç'te proje dahilinde bir çocuk yuvası gezdik. Gitmeden önce yuva deyince çok bir şey anlamamıştık ama buranın bir çiftliğin içinde kurulu olduğunu duyunca programımıza burayı da hemen dahil ettik. Evet burası her şeyden önce bir aile çiftliği. Önceleri kendi halinde, ekolojik tarımla uğraşan bir çiftçi olarak işe başlamış çiftliğin sahibi amca. Sonra kızı öğretmenlik okumuş ve başka yerde çalışmak yerine burada işine devam etmek istemiş. Ve ardından, bu gözlerimizi yaşartan manzara için yapılan çalışmalar sıra sıra gelmiş. Çiftlik binalarından bir tanesi tamamen öğrenciler için ayrılmış. İçerisi türlü çeşitli oyuncaklar (ahşap hayvanlar, hayvanlı çiçekli böcekli yapbozlar, duvarlarda sebze meyve adları yazan kartlar kağıtlar, inanılmaz bir renk cümbüşü ve kalabalığı...) ile doluydu. Çiftliğin bahçeleri ise bizi başka dünyaya taşıdı adeta. Ahırda koyunlar, bahçede alacalı keçiler ve minyatür atlar, sıra sıra dizilmiş ahududular ve havuçlar, alabildiğince uzanan bir dağ manzarası ve bahçenin bir köşesinde oyun oynayan mutlu çocuklar. Çocukların böyle bir ortamda eğitim gördüklerine inanmak o kadar zor geldi ki bir an bütün anılarımla ve yaşadıklarımla düşündüğümde. Ne gri binalar, ne beton avlular, ne yapay çiçekler. Her şey gözlerinin önünde yaşanıyordu. Bahçeden havuç toplayıp hemen oracıkta yiyorlardı. Atlar kendileri kadardı, istedikleri zaman gidip sevip okşayabiliyorlardı. Keçiler gözlerinin önünde büyüyordu. Ve çiftlik sahibi amca. Onun gülen gözlerini görmekse her şeyden önemli oldu o gün benim için. 84 yaşında hala o enerjiyi ve isteği bulabilmesi hem doğa hem çocuklar sayesindeydi belli ki.

16 Eylül 2010 Perşembe

Organik lahana bahçesi




Çiftliğin asıl sakinleri

Arka planda biçilmiş ve yağmurda ıslanmasın diye kaplanmış otlar ve önde çiftliğin ünlü koyunları. Koyunlar genelde uzakta görülen ormanlık alanda otlatılıyor.
Otlamayı unutmamış bir inek!

Çiftlikten manzaralar


Bir tür sera olarak kullanılan küçük alan. Bunların adı nedir tam olarak bilmiyorum, daha önce görmemiştim. Zamanında burada minyatür sebzeler yetiştiriliyormuş fakat artık kullanılmıyor.

Gübreler.

Yine yeniden çiftlik

Bu sefer bambaşka bir organik çiftlik anlatacağım size. Başlangıcı ta 1970lere dayanan bir ev: dönemin çevre hereketinden oldukça etkilenmiş bir kadınla bir adam evlenmeye karar verirler ve yaşamlarını bir çiftlikte geçirmek için kolları sıvarlar. Uzun araştırmalar sonucunda hem orman arazisi hem mera içerecek bir çiftliğe sahip olurlar. Hayvanlarla sebzelerle geçen yılların ardından günümüze kadar gelenlerse 4 kız çocuk, onlarla beraber can bulmuş 6 erkek torun ve gelecek için kurulan envai çeşit hayal.Çiftlik başından beri ekolojik tarım ilkeleri üzerine kurulu olmuş. Çiftlik sahibesi kimyasal kullanmayı asla düşünmediğini, bunu asla yapamayacağını çok içten bir şekilde anlattı. Detaylı bir şekilde araziyi inceleme fırsatı bulduk; çocukların koşturduğu, kahkahaların çınladığı ve hayvanların dolandığı bir geniş aile (Norveç'te pek rastlanmayan) resmini gözümüzde canlandırma fırsatımız oldu.

Tabi gerçekte her şey bu kadar güzel olmuyor. İlk başlarda, mera arazisi yakınlarında bulunan sebze bahçesinde minyatür sebzeler yetiştirip bunları satarak gelir elde ediyorlarmış ama büyük bir şirketin kendi ürünlerini yerel pazara sokmasıyla bundan vazgeçmek zorunda kalmışlar. Bunları yaparken süt üretimine de başlamışlar ama aynı şekilde büyük şirketler yüzünden (aslında Norveç'te neredeyse bütün süt üretimi tek bir şirketin elinde) buna da son vermişler. Şu an inekler sadece et üretimi için yetiştiriliyor. Bir de koyunlar var. Bunlar ise deri ve yünleri için yetiştiriliyor. Çiftlik sahibesi derilere Anadolu'da sıkça rastladığımız kalıp baskılarla viking desenleri geçiriyor ve bunları örtü, halı ya da giysi olarak satıyor.

12 Eylül 2010 Pazar

Seyyar Kümes





Ahududu Çiftliği 2


Çiftlikte gördüğüm diğer şeylere gelince... Malum soğuk iklimin gereksinimleri fazla. Ahududular kışın zarar görmesin diye toprak kaplanmıştı. Ahududuların çıktığı kısımlar yırtılarak açılmış ama diğer yerler tamamen kapatılmıştı. Bu durum zararlı ot mücadelesinde de işe yarıyordu.
Çiftliğin arazi içerisinde bir de orman vardı! Evet, burada birçok kişi arazi alırken orman da alıyor ve bu araziyi de tarım çalışmalarına dahil etmenin yollarını buluyor. Çiftlik sahipleri ormanlık alanda bal üretimi yapılmasına karar vermişlerdi. Hem gelir arttırmak hem de ahududuların döllenmesini sağlayacak arılar yetiştirmek için. Ara sıra karnı acıkmış fare ve karıncalar da kovanlara yaklaşıyormuş ama genel olarak bal üretimi gayet iyi gidiyormuş. Bunlar dışında gördüğüm seyyar kümes ise beni çok güldürdü. Aslında Norveç'te bu tür seyyar ya da hafif malzemelerden yapılmış küçük evlerin depo ya da benzer amaçlar için kullanılması çok yaygın ama kümes için böyle bir çözüm üretmiş olmaları çok hosuşma gitti. Tabii bu sayede gerektiği zaman kümes başka yere taşınabiliyordu ama bence tavuklar şimdiki hallerinden gayet mutlulardı. Yemyeşil çimenler, istedikleri zaman dışarı çıkabilme ve gökyüzünü mavisini görebilme özgürlüğü. Gerçekte her yerde olması gerektiği gibi.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Ahududu Çiftliği




Gene ders dahilinde yakınlardaki bir çiftliği ziyarete gittik. Bitmek bilmeyen buğday tarlalarının arasından geçip organik bir çiftiğe varmak nefes aldırıyor. Uçsuz bucaksız sarı buğday tarlalarından renklerin karıştığı tarlalara geçiş yapıyoruz. Sarılara yeşil katılıyor, yeşillere pembe, pembelere mor. Sırf buğdaylar bağırmıyor biz varız diye, meyveler sebzeler koro halinde hep beraberiz diyor organik çifliğe adım attığınızda. Bu seferki çiftlikte bizi "bizim gibi" birisi karşıladı! Genç, şehirde doğmuş büyümüş ve tarıma sonradan dahil olmuş bir kadın. Anlattığına göre mutfak masasında başlamış her şey. Bir gün kocasıyla otuturken artık hayatımızı değiştirelim demiş ve 3 sene süren çalışmalar sonucunda bu çiftliği yaratmış. Ürünlere gelince... En çok ne seviyorsak onu yetiştirelim diye düşünmüşler ve sonuç ahududu olmuş! Ahududular ekilmiş sıra sıra, otlaklar düzenlenmiş koyunlar davet edilmiş, araziye dahil olan ormanlık alana kovanlar yerleştirilmiş usulca ve tavuklar buyur edilmiş. Ve başlamış yeni hayat. Zorluklar da başlamış tabi. Tarım bilmeyen insanların tarımla uğraşması ne kadar zorsa o kadar! Ahududular ilk sene böceklere teslim olmuş. Yeni yöntemler bulunmuş sonrasında. Tuzaklar yerleştirilmiş (Feromon sürülen tuzaklar erkek böcekleri çekiyor ve onları hapsediyor, çiftleşme gerçekleşmiyor ve böylece de larva oluşumu engelleniyor). Ahududular çoktan toplanmıştı biz gittiğimizde ama arada kalan tek tük pembe meyvelere hiç acımadık, ağzımızı tatlandırdık. Sıra koyunlara görmeye geldi. Norveç'in en eski ırklarından olan küçük, güzel tüylü, matrak koyunlar (ovis brachyura borealis). Ev sahibesi çiftliği kurarken tipik bir koyun almak istememiş, organik tarımı bir hayat felsefesi içerisinde gördüğünden olacak, yerli ve geleneksel bir koyun türü ile yaşamayı ve uğraşmayı uygun görmüş. Böylece toprağa ve tarihe daha yakın hissediyormuş kendini. Kadının ne demek istediğini yazın kaldığım Salihli Tekelioğlu Köyü'nde her gün tekrar tekrar hissederek ve yaşayarak anlamıştım. Tümülüslerin ortasında gezerken 2010'da değilmişiz gibi düşünmüştüm hep. Ne yetiştirmişlerdi bu tümülüslerin sahipleri? Ne yemişlerdi? Hangi hayvanlar otlamıştı yanlarında? Bu ağaçlar yokken ne vardı? Kaç sefer tütünlere bakıp bu tümülüsler yapılırken insanlar bilseler zamanla buraya tütün gelecek yerleşecek diye şaşırırlar mıydı? demiştim. Ata tarımı ne kadar geçmişe götürülebilir ki günümüzde? Hangi koyunlar bizim için atadan kalma sayılabilir bilemiyorum. Karışmışız, almışız vermişiz günümüze gelmişiz. Norveç'in küçücük bir kasabasında küçücük bir çiftlik bana neler düşündürüyor.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Pazar


Domatese sorsak o kadar gezmek ister mi acaba? Yerel/küresel gıda meselesi Amerika'daki kadar büyük sorun olmadığı için sevinmeli miyiz, yoksa Antalya-İstanbul vs. arası gidip gelen sebzeler ve meyveler (ve enerjiler ve emekler ve tatlar) için üzülmeli miyiz bilemiyorum. Ölçek nerede başlayıp nerede bitiyor konu yerellik olunca? Domatesin İstanbul'da örneğin Erenköy pazarına uzaklığı ne kadar olmalı ki yetişirken, sürdürülebilir olsun üretim?
Hala pazarlarımız olduğu için ne mutlu bize.
Ama neyin nereden ne kadar geldiğinin bu kadar karıştığı bir sistemde ne kadar mutlu olabiliriz onu da bilemiyorum.
Ne kadar dışa bağımlıyız yemek yerken ve alırken?
Tahıllar, yaşlı tohumlar kamyon kamyon geliyor diyelim, ya domatesler biberler? Onları da mı sınır ötesinden alacağız bir gün? Yoksa şimdiden yerelliği kaybettik mi? Gene aynı soru: nerede başlayıp nerede bitiyor?
Süpermarketleri kaldırıp atsak beslenebilir miyiz? Yeter mi pazarlar, tezgahlar, patitiisss soğannn diye çığıran arabalar, sokak aralarında alelacele dizilmiş kavanozlar, torbalar?
O kadar çok soru var ki kafamda? Gene de sınıfta "bizim hala pazarlarımız var" diyebilecek üç beş kişiden biriyim. Amerika'da neredeyse olağanüstü bir durum olmuş pazara gitmek. Norveç'in farkı kalmamış. Diğer ülkeler de benzer.
Gel abla gel, domatese gel.
Domates bize geliyor asıl.
Ne kadar uzaktan geliyor işte bütün mesele bu. Mu?

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Kerala

Topraksız, tohumsuz, geleceksiz. İntihar eden çiftçilerle ünlenmiş Hindistan'daki Kerala. Sayıları binleri geçmiş ölmeyi seçen çiftçilerin. Ne yapacaklarını bilemeyip ölerek kurtulmayı tercih etmişler borçlarından. Bilmiyoruz, duymuyoruz Türkiye'de. Ama ölüyorlar işte. Kaybettikleri tohumlar, kaybettikleri pazarlar, kaybettikleri gıda güvenceleri kaybettikleri hayatlara dönüşüyor. Keralalı çiftçiler kendileri için ölüyorlar elbet ama aslında içten içe herkes için son veriyorlar hayatlarına sanki. Topraksız, tohumsuz, geleceksiz herkes için.

Fokhol Çiftliği 3



Çiftlikte dikkati en çok ne çekti biliyor musunuz? Atlar, atlar, atlar. Devasa, kocaman bir sürü at. Cinslerini bilmiyorum ama bildiğim tek şey bu atların çiftlikte tarla sürmek için kullanıldığı! Norveç'te 2010 yılında tarla sürmek için at kullanan bir çiftlik. Elbette ortalıkta traktör de vardı ama yakıt tüketimini en aza indirmek için bu özel atlar getirilmiş ve onlara uygun tarım makineleri alınmış. Hidrolik sistemlerden yararlanarak kaldırma indirme işlevlerini gerçekleştirebilen ve atlar tarafından çekilerek kullanılan birçok alet gözlemledik.
Çiftikteki diğer bir önemli konu ise çiftliğin neredeyse tamamen kendi kendine yeter durumda olmasıydı. Sahip olunan ineklerin gübresi tamamen üretimde kullanılıyordu (arpa, yulaf, kış sebzeleri). Bu ürünlerin olduğu tarlalar otlak alanları olarak da kullanılıyordu, bütün arazi 7-8 sene sürecek karma bir dönüşüm sistemiyle işliyordu.
Toprak yapısının bozulmaması için yapılabilecek en iyi dönüşüm sistemini yıllar önce oturtmuşlardı ve bu durumdan kendileri kadar taze ot çiğneyen inekler de memnun görünüyordu.
Ders dahilinde çiftlikte bulunan agroekolojik sistemi bilinçli ve sistematik bir şekilde incelememiz gerekiyordu elbette ama insanın ilk bakışta bile oradaki düzeni hissetmesi ve gözlemlemesi mümkündü.
Tarlalar, otlaklar, tarlalar, otlaklar. Atlar ve tarım aletleri. İnekler ve gübreler.
İnsanlar ve güzel yemekler ve her yemekte şükretmek.

22 Ağustos 2010 Pazar

Yeniden bahçede

Renkler başımı döndürüyor bahçeye her gittiğimde. Yeşillerle turuncular dans ediyor. Ateşin kızıllığına dumanın grisi karışıyor. Bu hafta da gene sebze çorbası pişirdik ve beraberce yedik. Tabi önce bahçeyle uğraştık. Okul kapandığından beri kimsenin gelemediği bahçede sebzelerin arasındaki yollar kapanmış, otlar büyümüş, doğa kendine ayrı bir düzen kurmuş çoktan. Biz otları, yolları temizlerken o çoktan yeni planlar yapmaya başlamıştır sanırım. Akşam olur insanoğlu gider ve doğa kaldığı yerden devam eder.

Gene bilmediğim sebzelerle tanıştım. Mor renkli fasulye
Attık gitti kazana.
Ve tabi "Hokkaido" denilen fantastik kabak!
Kabuklarından ayırmadık bile, onu da çorbaya ekledik.
Suyu çevirdik, çevirdik.

20 Ağustos 2010 Cuma

Fokhol Çiftliği 2

Çiftliğin tarihi 17. yüzyıla kadar gidiyor. Bölge Norveç'te tarım yapmaya en uygun bölgelerden biri olduğu için tarım geçmişi uzun yıllar öncesine dayanıyor. Buradaki toprağın verimi ülke genelinde ünlü. Çiftlik binaları 90lı yıllarda biyodinamik tarım yapmaya heves etmiş bir grup insan tarafından çeşitli yardımlar sayesinde alınıyor. Fakat çiftliğin kimseye ait olmasını istemedikleri için burayı vakıf haline getiriyorlar ve o günden bu güne çiftlik kendi gelirini yaratıp bu gelirle de besleniyor ve gelişiyor. Çiftlik kurucularının 3 amacı var: Organik/biyodinamik tarım, araştırma ve eğitim. Ana bina gruplara ev sahipliği yapıyor, ilgilenenler için turistik amaçlı olarak da hizmet sunuluyor. Evin dekorasyonu ve düzeni de kurucuların inandığı değerler doğrultusunda gerçekleştirilmiş; mutfakta pişen yiyeceklerin tamamına yakını bahçeden geliyor, satın alınanlarsa gene organik sertifikalı ürünlerden tercih ediliyor.
Çiftlikte kaldığımız süre boyunca çiftliğin aşçısı bize inanılmaz lezzetli yemekler yaptı. Norveç mutfağının sade ama doyurucu yemekleri çiftlikle uyum içindeydi. Orada olduğumuz süre boyunca ders dahilinde soğan ve patates toplamaya yardımcı olduk ve akşamları da bu topladığımız sebzeleri yeme fırsatımız oldu. Tatlarını anlatmaya bilmiyorum gerek var mı? Havuçlar, patatesler, çavdar, buğday katılmış soslar, pilavlar, kuş üzümlü, vişneli, ahududulu yoğurtlu tatlılar... En güzeli de fırından çıkar çıkmaz masaya getirilmiş çavdarlı yulaflı ekmeklerdi sanırım.

19 Ağustos 2010 Perşembe

Fokhol Çiftliği 1


Geçtiğimiz 4 günü ders programımız dahilinde Norveç'in en büyük organik/biyodinamik çiftliğinde geçirdik. Oslo'nun kuzeyinde kalan Stange'deki Fokhol Çiftliği.
Kısacık bir yoculuk bile insanı hayallere sürüklüyor. Camdan görünen manzara gri-yeşil-mavi renklerin tonları arasında kayıp gidiyordu. Göller ve ağaçlar. Göller ve ağaçlar. Arada tek tük insan yapısı: ahşap evler ve kabinler. Kırmızıya, bordoya ya da beyaza boyalı oyuncakçı dükkanından alıp getirilmiş gibi duran dik çatılı, ahşap binalar. Stange'ye geldiğimizde ise bizi karşılayan şirin bir kasaba ve kasabanın etrafını çevreleyen büyük çiftlik arazileri oldu. Fokhol Çiftliği kasabanın çıkışından 3 km sonra kurulmuş. Otobüsten indiğimde manzaraya aşık oldum. 6-7 adet binanın etrafına düzenlenmiş olabildiğince büyük yeşil tarım arazileri. Ve inekler. Ve atlar. Ve mutluluk.

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Bahçede çalışmak



Daha önce aklıma gelmezdi bir gün ekolojik tarım kulübü olan bir üniversitede okuyacağım. Bundan sonra her Perşembe bahçedeyiz!
İlk toplantımızda neredeyse birbirimizle tanışmadan bahçeyle tanışıverdik. Doğal beslenmeye gönül vermiş bir sürü gencin bir araya gelmesiyle başlayan hummalı bir çalışma ve ardından yorgunluk atmak için içilen sıcacık ve lezzetli bir kase sebze çorbası. İşe önce bahçenin tanıtımıyla başladık. Norveç'te yeşil alan ya da ekim-dikim yapılacak boş alan bulmak çok kolay (tabi iklim için aynı şeyi söylemek mümkün değil). Burada da yurtların hemen yanında(!) başlayan ormanın yamacında, öğrenciler küçük bir bahçe ayarlamışlar. 4-5 metrekarelik bir alanda havuçtan kabağa ufak çaplı bir sebze bölümü yaratılmış. 2 metrekare bile denmeyecek minyatür bir sera köşeden bizleri izliyor. Her yerde orman meyveleri var! Ben kendimi bu meyveleri toplayan grubun içinde buldum ve bir saat boyunca frenk üzümleri ve kuş üzümleri arasında mekik dokudum. Kuş üzümünün tazesini ilk kez görüyordum. Aslında topladığım meyvelerin kuş üzümü olduğunu bile o anda bilmiyordum. Kek yaparken kullanmayı çok sevdiğim kuş üzümünün tazesini görmek beni çok sevindirdi. İçleri sarı gibi gözükse de dokununca, ısırınca dilimi de elimi de kırmızıya boyuyorlardı. Baharatlı minik siyah toplar. Frenk üzümü ise favorim olacak kadar ekşi ve kırmızıydı. Topladıkça topladık. Kaplar tabaklar dolusu meyvemiz olduğunda ise "çorba hazır" sesini duyup şaşırdık. Meğer biz kendimizi kaybetmiş çalışırken bahçenin sebzeleri diğer öğrenciler tarafından çoktan toplanmış, yıkanmış, soyulmuş, doğranmış ve oracıkta yakılan ateşin üstünde kazana atılmış ve pişmeye başlamıştı. Kabak, fasulye, turp, patates... biraz zeytin yağı eklenmiş suda hep beraber yarım saat kaynamıştı. Yanında da ateşin yanıbaşında folyoda pişirilmiş sarımsaklar! Tatlı niyetine de topladığımız meyveleri atıştırıp durduk. Odalarımıza dönerken ellerimizde biraz toprak ve kırmızı renk, içimizde ise bahçede daha çok çalışma isteği kalmıştı. Bir sonraki hafta buluşmak için sözleştik.

Not: Bildiğim kadarıyla Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ekoloji Kulübü ekolojik tarım konusunda çalışmalar yapıyor. Bahçede çalışıp çalışmadıklarını bilmiyorum ama hem bölgede hem de başka alanlarda seslerini duyuruyorlar. Kendilerine iyi çalışmalar diliyorum! Organik tarım bölümlerinin öğrencilerinden başka bütün öğrencilere açık benzer kulüplerin açılmasının desteklenmesi gerek. Üniversiteler bir miktar alanı öğrencilerin kullanımına açsa ve istekli öğrenciler tarafından bu tür bahçe girişimleri başlatılabilse ne ala!

16 Ağustos 2010 Pazartesi

agroekoloji de nedir?

Kısa bir süre önce "Agroekoloji" okumak için Norveç'e geldim. Uzun süren internet araştırmalarının ardından öğrenmek ve okumak istediğim şeylerin en iyi olarak agroekoloji adı altında olabileceğini farkettim ve şansımı burada denemeye karar verdim. Peki nedir agroekoloji?
Sanırım en yaygın anlamı "sürdürülebilir tarım ve gıda sistemlerini inceleyen bilim dalı". Çevreye zarar vermeyen tarım tekniklerinin ve sistemlerinin araştırıldığı alan. Bu programa rastlamasaydım belki hiç duymacaktım bile bu kelimeyi. Bundan sonra bir süre her yerde duyacağım gibi geliyor. Ama pek duyulmadığı için açıklamak da anlatmak da zor olabiliyor.
Benim bu eğitimi almak istememdeki en büyük etmen organik tarım ya da herhangi bir şekilde tarım okumanın sosyal bilimler altyapısından gelen birisi için Türkiye'de zor olmasıydı. Çiftliklerde gönüllü çalışarak deneyim kazanıyordum ama daha planlı bir eğitim almaya ihtiyacım vardı. Program dahilinde organik tarım, tarım sistemleri ve gıda sistemleri üzerine çalışacağız. Ve umuyorum ki okuduğum süre boyunca hayalini kurduğum ekolojik bahçelere, güzel sofralara ve doğaya çok daha fazla yaklaşacağım.

15 Ağustos 2010 Pazar

başlangıç

Birkaç sene önce tarım, doğa ve güzel yemeklerin peşinde bir yolculuğa çıktım. Geri dönemedim. Doğanın sesini, yüzünü, tadını, kokusunu bilemeden geçirilmiş bir İstanbul çocukluğu üzerine toprak atmak istiyordum en başta. Gri yerine yeşil kalemle yazmak istiyordum artık günlerimi. Ama aynı çocukluk bana, Anadolu'yu köşe bucak gezmiş aile büyüklerinin öğrendikleriyle süslenmiş renkli sofralar da sunmuştu. Kalabalık aile sofraları, neşe, kahkaha ve güzel yemekler. Küçük bir çocuk için yeteri kadar güzel anlardı. Ama zamana yenik düşen bedenler, elveda bile diyemeden giden büyükler, hayatın gerçekleri derken aileler de küçülüyor ve o anlar "neyse ki yaşanmış" anılar olarak kalmaya mahkum oluyor. İşte o yitip gitmiş çocukluğu ise deli gibi korumak istiyordum. Sonra bir gün organik bir çiftliğe gittim ve yepyeni bir kapı açıldı önümde. Doğayı birebir yaşarken o eski sofraları da yaşatabilecektim. O gitmesin diye yalvardığım çocukluğa hiç tatmadığı doğayı hediye edebilecektim. Daha önce bilmediğim bir yol çıktı o kapının ardından. Yola adım attım ve hala yürüyorum. Doğa hissettiğim her şeyin arkasındaki güç ve bana destek oluyor. Tarım ise sırt çantam gibi her gün yepyeni bir bilgi ile dolduruyorum onu. Güzel yemeklerle ve sevgiyle dolu sofralar ise yol üstündeki duraklar. Yepyeni insanlarla, yepyeni tatlarla taçlanan bir yolculuk. Bense gidiyorum, gidiyorum, gidiyorum.